Kilikya
Yerleşim Merkezi / Destinasyon Kültürel Miras Destinasyonu
-
2020
Günümüzde Çukurova olarak da bilinen coğrafya Mersin, Tarsus, Adana, Osmaniye ve kısmen de Hatay illerini kapsamakta ve irili ufaklı birtakım ovalardan oluşmaktadır. Bu ovaların uzunluğu kuzeyden güneye 80, batıdan doğuya ise 160 kilometredir. Kilikya bölgesi, diğer bölgelerimize kıyasla barındırdığı birçok özelliğiyle ön plana çıkmaktadır. Öncelikle tüm Yakındoğu’nun en verimli kıyı ovalarını bünyesinde barındırmaktadır.
Bölgenin bilinen en erken ismi Kizzuwatna’dır. Kilikya ismi antik dönemlerde kullanılmıştır ve MÖ birinci binin ilk yarısında Önasya’da büyük bir imparatorluk haline gelmiş olan Geç Assur’un bölgeye verdiği Hilakku isminden gelmektedir.
Antik Yunan ve Romalı yazar ve coğrafyacılar Kilikya’yı ikiye ayırmışlardır: Herodot, Ptolemeos ve Strabo bölgenin batısında yer alan dağlık kısmına Tracheia veya Oreine Kilikya (Grekçe ya da Cilicia Aspera (Latince); doğudaki ovalık kısmına ise Pedias veya Idios Kilikia (Grekçe) ya da Cilicia Compestris (Latince) demişlerdir. Strabo’ya göre bu iki bölgeyi birbirinden ayıran sınır, Mersin-Erdemli’nin batısındaki Limonlu (Lamos, Nehri’dir. Nitekim Osmanlılar döneminde de Adana ve İçel Paşalıkları’nın sınırı da yine aynı bölgedeki Erdemli Çayı’dır.
Kilikya’nın doğusu günümüzde Çukurova olarak bilinmektedir. Batısı ise topografik ve hatta iklimsel açıdan bile farklılıklar göstermektedir ve Anamur, Erdemli, kuzeyde ise Taşkent ve Mersin’in kuzeyindeki Arslanköy dörtgeni içindeki yüksek platodan oluşan dağlık alana günümüzde Taşeli denmektedir. Bu sınırlar zaman zaman oldukça geniş alanlara da yayılabilmiştir; Herodot (MÖ V. yüzyıl) Kilikya’nın sınırlarının kuzeyde Kızılırmak, doğuda ise Fırat Nehri’ne kadar ulaştığını yazar. Dahası bazen de sınırları batıda, Pamfilya’nın doğuda bittiği yerde, Manavgat-Anamur arasındaki bölgede başlamış ve antik yazarların Myriandus (İskenderun yakınları) veya İssos Körfezi dedikleri İskenderun Körfezi’nin (Issikos Kolpos) doğusundaki Kilikiai Pylai’ye kadar uzanan çok geniş bir bölgeye yayılmıştır. Hatta bazı araştırmacılara göre batıdaki sınırları Korakesion (Coracesium, Alanya), Melas Irmağı (Plinius Melas için finis antiquus Ciliciae) veya Selinus’a (Gazipaşa) kadar uzanıyordu. Doğu sınırının ise Hatay’taki Kap Rhosus’a (modern Akıncı, Arsuz, Ra’s al-Hınzır, Domuz Burnu) kadar uzandığı söylenmektedir. Böylece batıdan doğuya Kilikya sahillerinin uzunluğu 520 kilometreye ulaşmaktadır ki, bu da oldukça geniş bir alandır. Çukurova, kuzey ve kuzeybatıda en yüksek yerleri Bolkarlar (3.337 metre), Aladağlar (3.756 metre) ve Tahtalı Dağları (2.419 metre) olan Toros Dağları’nca Orta Anadolu platosundan ayrılmıştır. Doğusunda, Kahramanmaraş-Antakya arasında kuzeyden güneye uzunluğu 175 kilometreye varan, genişliği 15 - 30 kilometre arasında değişen ve yüksekliği 2.240 metreye ulaşan (örn. Mığır Tepe) Amanos Dağları (Nur Dağları); batısında, aşağı Tarsus Ovası’nın bittiği yer veya Mersin civarı ile güneyinde, Antik yazarların Kilikya Denizi olarak adlandırdıkları Akdeniz ile çevrilidir. Ovayı, kuzeyde yüksek Orta Toros Dağları’nın güneye, yani Akdeniz’e bakan eteklerinde, ortalama yüksekliği 800 - 1.000 metre olan miyosen kalkerden oluşan bir plato kuşatır. Ovalık kesim yaklaşık olarak Mersin’e kadar devam etmekte, burada bu kalker plato artık denize iyice yaklaşmaktadır. Sahil şeridindeki ova Mersin’in batısına doğru gittikçe iyice daralmakta, iki Kilikya’nın sınırını oluşturan Erdemli-Limonlu batısında ise bazı istisnalar dışında ova şeridi neredeyse tamamen bitmektedir. Bundan böyle Alanya Ovası’na varıncaya kadar birtakım deltalar ve küçük ovacıklar dışında sahil hep sarptır. Taşlık Kilikya’da Çukurova ve Antalya ovalarıyla kıyaslanamayacak kadar küçük bazı ovacık ve deltalar dışında ekime elverişli topraklar da çok sınırlıdır. Bunlar arasında Göksu Nehri’nin Silifke civarında ve Susanoğlu-Taşucu arasında oluşturduğu yaklaşık 30 x 15 kilometre boyutundaki Göksu Deltası, Yeşilovacık, Bozyazı, Aydıncık ve Anamur’daki ovacıklar sayılabilir. Tarsus, Soğuksu (Müftü Deresi), Liparis, Sorgun, Lamas, Şeytan Deresi, Göksu ve Aydıncık ırmakları bu yüksek kalker tabakası içinde derin kanyonlar oluşturmuştur ve Taşeli Platosu’nun özelliği binyıllar boyunca akarsular tarafından derin kanyonlar şeklinde yarılmıştır. Bazı kesimlerde ise altlarından geçen düdenlerin çökmesi sonucu bu kanyonlar meydana gelmiştir.
Eskiçağlarda Ovalık Kilikya olarak adlandırılan Çukurova’nın doğusu iki ayrı kesimden oluşmuştur. Bunlardan Yukarı Ova (Ceyhan Ovası) denen ve yumuşak kalker platoların aşınmasıyla oluşan kısım, denizden ortalama 80 metre yükseklikte yer alır. Denizden yüksekliği 25 metre olan Aşağı Ova ile arasındaki sınır, kuzeyden güneye Yılankale’de başlayıp, Ceyhan Irmağı’na paralel olarak denize kadar ulaşan ve zirveleri 750 metre olan Nur Dağları (Cebel-i Nur, Antik adı Parion, Pagrion) veya Misis Dağları tarafından belirlenmiştir. Bu dağlar, jeolojik çağlarda Toros Dağları’ndan koparak birer ada olarak denizin içine kaymış kara parçalarıdır. Zaman içinde ovanın aluvyonlarla dolmasıyla karanın içinde oturup kalmışlardır. Bir görüşe göre Adana ovaları birer çöküntü ovalarıdır ve Pliosenden günümüze kadar devam eden ovalık kısmın çökmesi ve dağlık kısımların yükselmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Roma dönemi ve Ortaçağ’da kale ve müstahkem mevkiler hep bu bir zamanların adacıkları olan sarp tepeciklerin üzerinde kurmuşlardır. Bunların belli başlıları da Feke, Kozan, Anazarbos, Dumlu (Tumlu), Yılankale, Kastabala (Bodrum Kalesi), Hemite (Gökçedam) ve Toprakkale’dir. Toros Dağları’nın kuzeydoğuya doğru bir yelpaze çizmesi ve Tarsus (Kydnos, Tarsi flumen, Hierax), Seyhan (Saros) ve Ceyhan (Pyramos) ırmaklarının yüz binlerce yıl sürüklediği aluvyonlar sayesinde, burada dünyanın sayılı bereketli ovaları arasında sayılması gereken çok verimli bir ova oluşmuştur. Xenophon’un yazdığı gibi, burası fevkalade güzel, geniş, sulak, etrafı yüce dağlar ve denizlerle çevrili ve içinde her türlü canlı ve bitkinin kolayca yetiştiği bir ovadır. Nasıl ki Herodot’a göre Mısır Nil Nehri’nin bir nimetidir, keza bereketli Mezopotamya Ovası Fırat ve Dicle nehirlerinin taşıdığı aluvyonlardan oluşmuştur, aynı şekilde Çukurova da Seyhan (Saros, Hititçe Samri) ve Ceyhan (Pyramos, Hititçe Puruna) ırmaklarının bir hediyesidir denebilir. Tıpkı Fırat ve Dicle gibi bu iki ırmak da bir zamanlar denize ulaşmadan hemen önce Misis Dağları’nın güneyinde ve bugünkü sahil çizgisinden 12 kilometre kadar uzaklıkta birbiriyle birleşiyor ve ondan sonra denize dökülüyordu. Son 2.400 sene zarfında her iki ırmak da birbirleriyle altı kez birleşmiş ve ayrılmıştır.
Kara, deniz ve ırmaklar üzerinden sağladığı ulaşım, Anadolu ve Mezopotamya ile Doğu Akdeniz arasındaki köprü konumu, tarıma elverişli geniş toprakları ile uygarlık tarihi açısından çok önemli bir bölge olan Çukurova’nın verimliliği herkes tarafından bilinmektedir. Ayrıca akarsularının bolluğu, tabii kaynaklarının zenginliği, ılıman iklimi ve her yönden korunaklı kapalı bir havza olma gibi kendine has özelliklerinden dolayı ilkçağlardan itibaren içinde insanlar yerleşmiştir. Mezopotamya dünyası ile Orta Anadolu ve Ege bölgeleri arasında bir köprü olmakla kalmamış, kendine özgü kültürler yaratmıştır. Bunları en başta Hatti olmak üzere başka bölgelere taşımış, bağımsız devletler kurmuş, dilini en eski devirlerden beri yazıya geçirmiş; din, edebiyat, tıp, eczacılık, felsefe, büyücülük ve falcılık konularında büyük gelişmelerin ve icatların yapıldığı, eski dünyanın nadir bölgelerinden biri olmuştur. Akad, Mısır, Mitanni, Hurri, Babil, Hitit, Pers, Hellenistik, Roma, Bizans, Haçlı, Ermeni, Arap, Moğol ve Memlukler (Kölemen) tarafından yerleşilmiştir. Ancak, askeri açıdan çok üstün Hititlerin Hurri-Kizzuwatna etkisi altına girmesi bölge kültürlerinin en büyük başarılarından biridir.
Kilikya’nın zengin ormanları gemi yapımcılığında kullanılan kereste gereksinimini sağlayan önemli kaynaklardan biriydi. Kilikya ormanlarından elde edilen kereste çok dayanıklı ve kullanıma elverişliydi. Bundan dolayı tüm Hellenistik devir boyunca Mısır’a ihraç ediliyordu. Antik kaynaklar, Toros ve Amanos Dağları’ndan kesilerek Ceyhan Irmağı’na atılan ve oradan da Yumurtalık yakınlarında denize ulaşan kereste taşımacılığından söz ederler. Ayrıca çok sayıda kereste Coracesium’dan (Alanya) da ihraç ediliyordu. Göksu Irmağı havzasında kesilen keresteler de gene ırmağa atılıyor ve kolayca Silifke’ye kadar taşınabiliyordu. Seyhan Nehri de daha yakın zamanlara kadar ulaşımda da kullanılmıştır. XIX. yüzyıl gezgini Langlois’nın 1853’te çizmiş olduğu bir gravür, Adana kentini Taşköprü’nün doğusundan göstermektedir. Resimde köprünün sağında ve solunda, Adana kent merkezinde yer alan Tepebağ Höyük önlerindeki orta boylu tekneler ve yelkenliler açıkça görülebilmektedir. Aynı gezgin benzer tekneleri Misis önlerindeki Ceyhan Nehri’ne de yerleştirmiştir. Gerçekten de V. Langlois’dan birkaç yıl önce yine Adana’ya gelmiş olan T. Kotchy Taşköprü’de içlerinde iki yüksek Latin tarzı yelkenlinin bulunduğu sekiz tane gemi saymıştır. Yine T. Kotchy ise “Şehrin yanında Seyhan Nehri o kadar derindir ki, Kıbrıs ve kuzey limanlarından küçük gemilerle Taşköprü’ye kadar gelinebiliyor” demektedir. Bunun dışında gene XIX. yüzyılda İngiliz bahriyelerin Seyhan ve Ceyhan ırmakları açıklarına demirledikleri gemilerden bu ırmaklar boyunca kayıklarla arslan ve kaplan avına gittikleri bilinmektedir. 1950’li yılların başlarında halka açık olarak Adana’da kurulmuş olan bir şirket Adana iç limanı çerçevesinde dok ve liman işletmeciliği yapmak üzere kurulmuş, Adana’da Seyhan Nehri’nin temizlenmesi ve denizden gelecek vapurların girebileceği bir limanın yapılmasını amaçlamıştır.
Ormanları, akarsuları, gölleri ve denizleri bol Kilikya’da yaban hayvanlarının çeşidi çok fazlaydı ve bundan dolayı avcılık ve balıkçılık önemli bir yer tutuyordu. Geyik, yaban keçisi, yaban domuzu, yaban eşeği, ayı, kurt, tilki, çakal, arslan, kaplan, vaşak, sırtlan, sincap, tavşan, keklik, ördek, toy, bıldırcın, güvercin, yaban kazı, çulluk en başta gelen yaban hayvanları arasındaydı. Bugün olduğu gibi doğanla avlanma çok eski zamanlardan beri bilinmekteydi. Bu hayvanlardan pek çoğunun eti yeniyordu, ama diğerlerinin derileri endüstride kullanılması bakımından önemliydi. Göksu, Tarsus, Seyhan ve Ceyhan deltaları eskiden daha da çok balık türü ve kuş barındırıyordu.
Bereketliliği ve elverişli stratejik konumuna karşın Çukurova’nın iklim koşullarının, özellikle sıcak ve aşırı nemli yaz aylarının insan sağlığına yararlı olduğu söylenemez. Kilikya’yı gezip görmüş olan hemen tüm gezginler hem iklimin aşırı derecede sağlıksızlığı hem de sıtmalı olduğu konusunda hem fikirdirler. Ama bu sadece ovalık kısımda böyledir. Yüksek Toros Dağları’nın içleri ve etekleri, gerek eskiçağlarda gerekse günümüzde Çukurova’nın bir parçasını oluşturuyordu. Boğucu sıcaklar başladığında Pozantı, Çamardı, Çamlıyayla (Namrun), Horzum, Gözne, Fındıkpınarı, Mihrican, Ayvagediği, Soğucak, Kızılbağ, Sorgun, Güzeloluk, Kırobası, Kozlar, Gökbelen gibi yaylalara çıkma alışkanlığının, eskiçağlarda da var olduğunu kanıtlayan ipuçları vardır. Bu yaylalarda tıpkı Orta Anadolu’da olduğu gibi kara iklimi hâkimdir ve kar yağışları yoğundur.
Kilikya, Amik ve İslahiye üçgenine en yakın cevher kaynakları Amanos, Bolkar ve Aladağlar’dır. Ancak denizyoluyla Kıbrıs ve Pazarcık/Gaziantep üzerinden Doğu Anadolu maden kaynaklarına da erişmek mümkündür. Araştırmalara göre, Amanos Dağları özellikle bakır kaynakları açısından zengindir. Hassa’nın Söğüt, Güvenç, Domuzdamı ve Karacaören bölgeleri, İskenderun yakınında Akarca ve Antakya yakınında Kisecik bilinen kaynaklardır. Bunlardan sadece Kisecik’te eski pirit ve bakır işletmelerinin izleri mevcuttur. Arsenopirit ise bölgenin arsenli bakır üretiminin kaynağı olabilir. Tarsus’un Namrun Yaylası’nda Kızılca, Sarıkavak, Nergizlik ve Salısıhır Hasan Çiftliği’nde kalkopirit, bornit ve kovalit türü küçük bakır cevherleşmesinin olduğu belirtilmiştir. Bunun dışında Aladağlar ve Çamardı’nın Bereketli Maden Bölgesi’nde özellikle simli kurşun, çinko ve antimon rezervleri tespit edilmiştir.
Çukurova; Gülek Boğazı (Pylai Kilikias), Toroslar’ın içindeki Geyik Dağları’na kadar uzanan Göksu Vadisi ve İmamoğlu-Kozan-Feke-Saimbeyli-Tufanbeyli ve Gezbeli Geçidi-Kayseri/Develi üzerinden geçen “Hitit-Kizzuwatna Kervan Yolu” olarak adlandırılan yol vasıtasıyla Orta Anadolu’ya; Bahçe (Pylae Amanicae) Nur Dağı geçidi ve Hasanbeyli-Fevzipaşa yolu ile Islahiye Ovası ve dolayısıyla Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Suriye-Mezopotamya’ya; Haçlı Seferleri komutanlarının da gözledikleri gibi daha kestirme fakat geçilmesi biraz daha zor (viam difficilem sed cunctarum ad Syros directissimam) Beylan Geçidi (Topboğazı) ile de Amik Ovası’na ve gene Suriye-Mezopotamya ve Fenike sahilleriyle bağlantı sağlamaktadır.
Kilikya limanlarının eskiçağlarda Kıbrıs, Mısır, Doğu Akdeniz ve Ege limanlarıyla yoğun bir bağlantısı vardı. Sualtı arkeolojisi çalışmalarında araştırılan deniz tabanlarında çok sayıda Mısır, Ugarit, Fenike, Antik Yunan, Roma, Bizans ve Ceneviz batık gemileriyle birlikte taşıdıkları mallar ele geçmiştir. İskenderun, İssos, Yumurtalık-Aigaea, Karataş-Magarsos, Tarsus, Mersin-Yumuktepe, Soloi-Pompeiopolis, Lamas, Elaiussa-Sebaste, Korykos, Silifke-Holmoi-Taşucu, Aphrodisias, Nagidos, Kelenderis birer antik dönemlerde liman kentleriydi ve bu kentler arasında canlı ve organik bir deniz ulaşımı vardı.
Romalılar zenginlik ve çeşitlilik arz eden Kilikya’nın doğal zenginliklerinin bilincine varmışlar ve endüstriyel anlamda onları değerlendirme yöntemleri aramışlardır. Romalıların buralarda keşfettikleri ve ticaretini yaptıkları mallar arasında madenler, mermer, orman ürünleri, kereste, şarap, balık, av hayvanları, zeytinyağı, buğday ve dokuma (tekstil) ürünleri vardır. Burada en başta üzüm ve üzümden yapılan şarap, zeytinyağı, buğday, kereste olmak üzere bir sürü mal Roma’ya ve diğer komşu ülkelere ihraç ediliyordu. En başta Kilikya’nın meşhur reçineli şarabı olmak üzere, şarap ve zeytinyağı amforalarla taşınıyordu. Plinius’un passum dediği kuru üzümden yapılan bir şarap türü bölgeye özgüydü. Gene Plinius’un belirttiği Cilicium hyssopum herhalde Majoran’a benzeyen bir bitkinin katılmasıyla elde edilen bir şarap türüydü. Abates denilen şarap da keza Kilikya’ya özgüydü ve müshil olarak kullanılıyordu. Bunların yanında susam, arpa, darı, fasulye, soğan ve keçi marulu (Ziegen-Lattich), sarımsak, kabak gibi sebze ve en başta nar, kayısı, hurma, incir, kızılcık, ceviz, fıstık, çam fıstığı ve dut olmak üzere envai çeşit meyveler de üretiliyordu. Baharat türünden safran (krokos) Korykos (Kızkalesi) ve çevresi ile biraz da Anazarbos’a özgüydü. Plinius’un belirttiğine göre, Soloi’da imal edilen çiğdem yağı çok ünlüydü. Kimyon da önemli baharatlar arasındaydı. VII. yüzyıldan itibaren dutlardan ipek böceği kozaları yetiştiriliyordu. Kırmızı meyveleri olan bir meşeden Roma’da özel bir yeri olan mor renk elde ediliyordu. Styrax ağacından ise güzel kokulu parfüm ve böcekleri yok etmede kullanılan bir tütsü yapılıyordu. Aynı ağacın çiçeklerinden özel bir bal da üretiliyordu. Reçineli ağaçlardan parfüm ve ilaçlar, zambaktan bir çeşit yağ, ardıçlardan ve başkaca ağaçlardan tıpta ve teknik işlerde kullanılan sakız, defne yaprakları bugün olduğu gibi sabun yapımında kullanılıyordu.
Anazarboslu Dioskorides çok sayıda endemik şifalı Kilikya bitkileri arasında Cyperus rotundus kökleri, Thymus graveolens, yaban üzümü meyvesi, çiçekteyken elde edilen ve oinanthe denilen nesne, Valeriana tuberosa, Tordylium officinale, bir tür maydanoz olan Smyrnium, teucrum’u da sayar ve bunları verdikleri şifa yüzünden pek över. Plinius ise eczacılık ve parfümeride kullanılan Styrax, Smilax, yaprakların altında büyüyen ama olgunlaşmayan bir incir türü ve vücudu güzelleştiren parfümün yapımında kullanılan Helianthes’i saymaktadır. Ortaçağda ise Yumurtalık’tan (Layazzo) pekmeze benzeyen bir üzüm şırası ihraç ediliyordu.
Bugün Toros Dağları yörüklerinde olduğu gibi ahalinin çoğu eski çağda da yarı göçebe olarak ve hayvan besleyerek yaşıyordu. Beslenen hayvanlardan koyun ve keçinin hem eti yeniyor hem de süt, peynir, tereyağı üretiliyordu. Yün ve kılın ise Kilikya endüstrisinde özel bir yeri vardır, keza uzun kıllı keçilerden kırkılan üründen, Cilicium denilen halı veya kilime benzeyen kaba bir kumaş dokunuyor ve Roma’ya ihraç ediliyordu. Kılın elde edildiği keçinin Ankara tiftik keçisi (Angora) olduğu tahmin edilmektedir. Romalılar ise Kilikya’yı Cilicium denen keçi kılından yapılmış giysilerin ithal edildiği bir yer olarak biliyorlardı. Kilikya’nın keçi kılından veya keçeden yapılma başka bir ürünü daha vardı ki, buna Grekçe ve Latince’de undo deniyordu ve çorap veya tozluğa benzeyen bir ayak giysisiydi. Passi’nin belirttiğine göre, Osmanlılar devrinde bile Anadolu ve İstanbul’dan batıya ihraç edilen malların başında balmumu ve fındık yanında deri, post ve yün geliyordu.
Kalın çula benzeyen ve Prokopius’un belirttiğine göre, ok ve gülle atışlarında bir nevi kalkan olarak kullanılan ve kalın çula benzemesi gereken başka bir dokumaya da Kilikia deniliyordu. Keçi kılından çadırlar da üretiliyordu. Bölgede keten de ekiliyor giyim ve yelkenler için dokumacılıkta kullanılıyordu. Tarsus ve Anazarbos bu endüstrinin merkezleriydi. Arazinin yapısı dolayısıyla sığır sayısı pek fazla değildi. Ortaçağ’da at, katır, eşek, tavuk, deve ile camızın ticareti yapılıyordu ve at, katır, eşek ve develer olmadan taşımacılık yapılması olanaksızdı.
Arkeolojik, epigrafik ve nümismatik verilere göre, Sağlık Tanrısı Asklepios onuruna inşa edilen Asklepieionlar Hellenistik dönemde Antik Kilikya’nın sağlık kültüründe önemli yer kaplayan unsurlardan biri olmuştur. Aynı zamanda “Hekimlik Tanrısı” olarak da bilinen Asklepios adına kurulan kült ve tedavi merkezleri, Asklepieionlar, insan inançlarıyla kutsallaştırılmış birer şifa ocağı olmuştur. MÖ VI. yüzyılda ortaya çıkıp MS IV. yüzyılın başlarına kadar hizmet veren Asklepieionlar arasında Epidauros, Kos Adası (İstanköy) ve Pergamon gibi tam teşekküllü olanlar az sayıda olup çoğunun birer tapınaktan ibaret olduğu sanılmaktadır. Antik dünyanın önde gelen üç sağlık merkezinden biri olan Aigeai (Yumurtalık) Asklepieionu, Antik Kilikya’da Makedonya kolonisi olarak kurulan bu liman kentindedir. Günümüz Yumurtalık (Ayas, Aigaea, Aigaiai, Layazzo) ilçesi sınırları içerisinde bulunan Aigeai Ovalık Kilikya’nın en büyük liman kenti ve Antik Kilikya’nın tahkim edilmiş önemli limanlarından biridir. 215 yazında kenti ziyaret eden Caracalla’nın bu Asklepion’da dertlerinden kurtulduğu, şifa bulduğu bilinmektedir. Asklepios sağlık kültünün sembolü olan bu tapınakların, hastaların tedavi olmak amacıyla bölge çevresinden bir araya geldiği, antik çağın en eski tedavi merkezlerinden/hastanelerinden olduğu kabul edilmektedir. Birçok Asklepieion çoğunlukla mineral/termal su kaynakların yakınında olan yerlerde kurulmuştur. Antik çağda, Asklepios kültü o kadar önemliydi ki pek çok nümismatik kaynakta da yer almıştır. Sağlık problemleri nedeniyle tüm antik çağ toplumları Asklepios’a ilgi göstermiştir ve bu nedenle popüler bir sikke konusu olması kaçınılmaz olmuştur. Antik Kilikya Bölgesi’nde bunu kanıtlayan çok sayıda sikke bilinmektedir. Dolayısıyla Sağlık ya da Hekimlik Tanrısı Asklepios farklı zamanlarda birçok Kilikya kent sikkesine konu olmuştur. Bununla birlikte Aigeai (Yumurtalık) ve Irenopolis (Haruniye-Düziçi) kenti sikkelerinde Asklepios kültüne çok sık olarak yer verilmiştir. Kilikya bölgesinde Roma İmparatorluk çağında önem kazanan Athena-Minerva adlı sağlık kültüne de Kozan-Ferhatlı’da bulunmuş olan bir büstle rastlanmıştır. 1999 yılında Ferhatlı Tepesi'nde ayrıca Zeus Keraunios’a adanmış bir sunak saptandı. Böylece Uzunoğlan Tepesi’ndeki alanın Roma İmparatorluk devrinde başka bölgelerde olduğu gibi, Çukurova’da da Yıldırım Tanrısı olarak tapınılan bu sağlık tanrısının kült yerlerinden biri olduğu anlaşıldı. Bu iki kültün dışında Uzunoğlan Tepesi’nde bulunmuş olan bir yuvarlak sunak üzerindeki yazıtta sağlık tanrıçası Hygieia’ya rastlandı. Bu verilere göre, bölgede Hellenistik döneme özgü sağlık kültleri ve onlara bağlı tedavi merkezi işlevi de gören tapınaklar, Roma döneminde yerini daha bilimsel tıbbi merkezlere bırakmıştır. Antik Roma’da, Thermae olarak adlandırılan hamamlar, sadece tedavi edici değil aynı zamanda, imparatorluğun elitleri için bir sosyalleşme işlevi de üstlenen mekânlardı. Bu dönem Kilikya’sının sağlıkla ilgili önemli isimlerinden biri de Azize Thekla’dır. Daha sonra da Silifke yakınlarındaki Meryemlik’e yerleşerek burada bir tıp merkezi kurmuştur. Roma dönemi Antik Kilikya’sının sağlıkla ilgili önemli kentlerinden biri de Anazarbos’tur. Özellikle şarap üretimi ve kenevir endüstrisinin önemli rol oynadığı bir ticaret merkezi olan Anazarbos, meşhur tıp ve şifalı bitkiler uzmanı Dioskurides’in (Dioscorides) memleketidir. Eczacılığın babası olarak bilinen Anazarboslu Dioskurides, modern hekimliğin babası ve her doktorun onun ilkelerini esas alarak yeminini ettiği Hippokrates’i yetiştirenlerden biridir. Bölge şifalı sular bakımından pek zengin olmamakla birlikte, yeterli sayıda kaplıca ve şifalı sular vardır. Bunlar Adana İli içinde Acıdere, Acıman, Alihocalı, Handere, Kurttepe, Küçük Burhaniye, Çokçapınar, Dumlu, Hocantı, Kokarpınar, Narlık, Saparca, Tahtalıköy, Akçakoca, Keşbükü, Sümeişli, Feke, Söğütlü, Gözne, Kodes, Ilıca, Şekerpınar, Ulaş, Uyuzini, Hatay İli’nde Reyhanlı, Erzin, Başlamış, Batıayaz, İçel İli’nde Caili Köyü, Güneysu, Iğdır, Keşbükü, Akçakocalı, Hocantı, Sapanca, Cennet Obruğu, Yapraklı Esik, Osmaniye İli’nde Kokar, Avluk, Anazarbos, Ayran Menba Suyu, Ilıca, Haruniye, Yeşilova, Gebeli, Niğde İli’nde Çiftehan Kaplıcaları’dır. Bölgenin sağlıkla olan bu özel bilgi birikimi günümüzden yaklaşık 3.500 sene önce başlamıştır. Dolayısıyla bölge Sağlık Turizmi için çok önemli dinamiklere sahiptir. Silifke’de Cennet-Cehennem diye bilinen Korykion Antron’da son araştırmalarda Pan kültüne ait bir tapınak olduğu belirtilmiştir.
Doğu Kilikya’da bulunan Osmaniye-Hieropolis/Kastabala antik kenti civarında bulunan bir epigrafik kaynağa göre ise, ateş tanrısı Theos Pyretos’a sunuda bulunulduğu anlaşılmaktadır. Antik kaynaklara göre bu sağlık tanrısının adındaki “ateş” sözcüğü, insan vücudunun ısısı anlamındaki Latince febris sözcüğünü karşılamaktadır. Bu tanrının tapınım görmesi herhalde Çukurova’da yakın zamana kadar yaygın olan sıtma salgınları ile ilişkilidir. Büyük bir olasılıkla, antik devirde de sıtma bu bölgede çok yaygındı ve vücut ısısını etkileyen bu hastalığı iyileştirmesi için Theos Pyretos’a sunuda bulunulmaktaydı. Yine, Zeus Helios, Zeus Soter kültleri yanında, Strabon’ya göre, kültü özellikle MS II. yüzyılın ikinci yarısında parlayan Artemis Perasia’nın kült merkezi ve tapınağı da Kastabala’daydı.
Misis-Mopsushestia’da bulunan bir epigrafik kaynak, kült merkezinin Ionia’daki Maeandros Magnesia’sında olduğu bilinen Artemis Leukophryene kültü ile Antik Kilikya’yı ilişkilendirmektedir. Artemis Leukophryene kültünün Kilikya’da ortaya çıkması büyük olasılıkla Magnesia’dan Orontes (Asi) kıyısındaki Antiocheia’ya (Antakya) gelen göçmenlerin Kilikya ile ticari ilişkileri sonucu bu sağlık tanrıçası kültünü Ceyhan Nehri kıyısındaki Mopsuhestia’ya (Misis) tanıtmalarına bağlanabilir.
Bunlara ek olarak, Antik Kilikya’nın önemli liman kentlerinden biri olan Karataş-Magarsos’ta bir Athena Magarsia tapınağı bulunduğu bilinmektedir. Büyük İskender’in doğu seferine giderken buraya uğradığı ve adaklar sunduğu bilinmektedir. Ayrıca Anazarbos antik kentinin batısındaki bir köyde bulunan bir epigrafik kaynağa göre sağlık tanrıçası Euthenia’ya da adakta bulunulmaktaydı. Apollon kültü ise, Dağlık Kilikya’da Antiocheia ad Cragum, Direvli, Klaudiopolis, Laertes, Sarnıçbeleni’nde; Orta Kilikya’da ise Seleukeia ve Tarsus’da saygı görmekteydi.
Referanslar
Durukan, M. (2019). Olba, Hanedanlık ve Sonrası, E-Kitap; Erzen, A. (1940). Kilikien bis zum Ende der Perserherrschaft. Leipzig;Girginer, K.S. (2000). Tepebağ Höyük (URUAdaniya) Kizzuwatna Ülkesinin Başkenti Miydi?. İçinde; Koz, S. ve Artun, E. (Editörler), Efsaneden Tarihe, Tarihten Bugüne Adana: Köprü Başı (ss.70-85). İstanbul, 70-85: Girginer, K.S. ve Uygur, H. (2014). Kilikya: Toros ve Amanoslar’ın Gölgesinde Kültürlerin Buluştuğu Nokta, Arkeolojik Rehber, Türkçe-İngilizce. İstanbul: Homer Kitabevi: Jones, A. H. M. (1964). The Later Roman Empire 284-602, 3 cilt, Oxford: Ünal, A. ve Girginer, K.S. (2007). Kilikya – Çukurova İlk Çağlardan Osmanlılar dönemine Kadar Kilikya’da Tarihi Coğrafya, Tarih ve Arkeoloji. İstanbul: Homer Kitabevi.