Organik Gıda

Gastronomi

Organik gıda; “Yetiştirilmesi, üretimi ve işlenmesinde hiçbir kimyasal veya sentetik madde kullanılmayan, tamamen doğal ve ekolojik dengenin korunduğu ortamlarda, yetkili bir kuruluşun kontrolünde yetiştirilen, üretilen, işlenen ve ambalajlanan her aşaması kontrollü ve onaylı gıda” olarak tanımlanabilir.

Sağlıklı doğal gıda üretimi ve tarımın sürdürülebilirliğine yönelik ilk tartışmalar; 1911’de Toprak Ekolojisi adlı kitabı ile Raoul France, üretici seminerleri ile Rudolf Steiner (1924) ve Hindistan’da toprak canlıları üzerindeki araştırmaları ile Sir A. Howard (1940) ile başladı. Organik tarım kavramını ilk kullanan ise Walter James’dir (1940).

Organik gıdalara yaygın ilgi, XX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren özellikle gelişmiş ülke vatandaşları arasında tarımsal ilaçların sağlığa ve çevreye verdiği zararlara, işlenmiş endüstriyel gıdalara yönelik güvensizlik, genetik olarak değiştirilmiş organizmalara duyulan kuşkulara tepki olarak ve artan gıda güvenliği, sağlık ve çevre koruma konularındaki bilinçlenmenin bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Tüketicilerin organik gıda tüketimini etkileyen faktörler sağlık, besleyicilik, çevresel duyarlılık, gıda güvenliği, doğal tat alma, işlenmiş endüstriyel gıdalara yönelik itimatsızlık, hayvanların yetiştirilmesine yönelik duyarlılık, yerel ekonomiye destek, merak ve moda olarak sıralanabilir. Dünyada ve Türkiye’de organik gıda tüketiminin daha çok yüksek gelirli ve eğitimli bireyler arasında daha yaygın olduğu anlaşılmaktadır.

Organik gıda ile organik tarım kavramları iç içe kavramlar olup organik tarım uygulamaları beraberinde organik ürün kavramını da ortaya çıkardı. Tarım ve Orman Bakanlığı resmi internet sitesinde organik tarımı “Üretimde kimyasal girdi kullanılmadan, üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalı tarımsal üretim biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Avrupa Komisyonu ise organik tarımı, “Doğal maddeler ve süreçler kullanarak gıda üretmeyi amaçlayan bir tarımsal üretim yöntemi” olarak tanımlarken, Amerika Birleşik Devletleri Tarım Dairesi “Dentetik içerikli gübre, tarım ilaçları, büyüme düzenleyiciler ve hayvan yem katkıları kullanımını yasaklayan veya büyük ölçüde kaçınan tarımsal üretim sistemi” olarak tanımlamaktadır.

İlgili alan yazın incelendiğinde, yoğun tarım ile birlikte toprakta azalan mineralleri geri kazandırmada kimyasal ve inorganik gübreler yerine bitki atıkları ve hayvan gübresi gibi doğal gübrelerin kullanılmasının, hastalık ve zararlılarla mücadelede sentetik ilaçlar yerine biyolojik mücadele yöntemlerinin kullanılmasının ve organik ürünlerin pazarlanmasında sertifikalandırmanın organik tarımın temelini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Organik tarımın sürdürülebilir tarım için gerekli olduğu, sağlıklı beslenmenin yanında, doğal kaynakları koruma, kırsal istihdam ve iklim değişikliği sorunlarının çözümünde de önemli bir rol oynadığı ileri sürülmektedir. Günümüzde dünya organik gıda ürünleri pazarının büyük kısmını Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri oluşturmaktadır. Avrupa’da organik tarım alanlarının azlığı nedeniyle, Türkiye Avrupa kıtasına yakınlığı, coğrafyası, iklimi ve çok çeşitli ürünleri yetiştirmeye olanak veren toprak yapısı ile organik tarımda oldukça şanslı bir ülkedir.

Organik tarım, dünyada ilk kez Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıktı. Türkiye’de ise ilk kez 1980’li yıllarda Avrupalı organik tarım şirketlerinin tarafından başlatıldı. Nitekim Türkiye’de ilk organik tarım denemelerinin, Avrupa’da yetiştirilemeyen ve yaygın olarak Ege Bölgesi’nde yetiştirilebilen organik üzüm ve incir üretimi ile başladığı anlaşılmaktadır. Zamanla yerli şirket ve şahısların da organik gıda ürünlerine artan ilgisi, dış pazarlara yönelik ihracat ve iç piyasaya yönelik pazarlama çalışmalarını arttırdı. Türkiye’de organik tarımda sertifikasyon işlemleri ise Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından akredite edilen sertifikasyon kuruluşları tarafından yürütülmektedir. 2017 yılı itibariyle Türkiye’de organik ürün çeşidi sayısı 250’ye, organik tarım alanı ise 520 bin hektar ile dünyadaki 69.800.000 hektarlık organik tarım alanının yaklaşık yüzde 7’sini oluşturmaktadır.

Günümüzde baş döndürücü biçimde hızlanan biyoteknoloji ve gen teknolojilerindeki yenilikler, bu yeniliklerin gıda hammaddelerinin üretiminde ve gıda işlemede kullanılması, verim artışının yanında bazı kuşkuları da beraberinde getirmektedir. Diğer taraftan hızla artan dünya nüfusu, özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde vitamin eksikliğine bağlı sağlık sorunlarını hızla arttırmıştır. Sorunun çözümü için verimi yüksek, her türlü koşullarda yetiştirilebilen ve besin bileşenlerince zengin yeni bitki genotiplerinin geliştirilmesine gereksinim duyuldu. Bir taraftan hızla artan dünya nüfusunun artan gıda gereksiniminin karşılanması zorunluluğu ve bu gereksinimlerin de sadece yeni yöntemlerle karşılanabileceği yönündeki genel kabuller, diğer taraftan da yeni yöntemlere yönelik kuşkular, çok ciddi bir paradoks oluşturmaktadır.

Bu yeni paradigma sürecinde, 1980’li yıllardan itibaren hızla yaygınlaşan genetiği değiştirilmiş organizmalara duyulan kuşkular da organik gıdaya olan ilginin artmasına neden oldu. Bu kuşkuların temelinde, Genetiği değiştirilmiş bitkilerde gen aktarımının, geleneksel bitki ıslah yöntemlerinden farklı olarak, diğer bitkilerden, bazı durumlarda ise mantarlardan, virüslerden, bakterilerden ve hatta hayvanlardan yapılması yatmaktadır. Bu tip değişikliklere yöneltilen eleştiriler arasında genetik çeşitliliğin azalması, uygulanan teknolojik yöntemlerin neden olabileceği sürpriz genetik bozukluklar, toksik veya alerjik etki olasılıkları, antibiyotik tedavi sürecinin etkilenme olasılığı, kontrolsüz teknolojik girişimlerin epidemik veya pandemik biyolojik etkilere neden olabilmesi, böceklerin beslenme zinciri içinde bu organizmalardan etkilenip mutasyona uğrama olasılığı, ekolojik dengenin, doğal fauna ve floranın bozulma riski de bulunmaktadır.

Son yıllarda dünya genelinde bitkisel ve hayvansal gen kaynaklarının toplanması ve bunların gen bankalarında korunması, gen teknolojileri ile tanılanması, stratejik genlerin belirlenmesi ve patent alınması yönünde yoğun çalışmalar yürütülmektedir. Dünyada bilinen bitki türlerinden önemli bir kısmı Türkiye’ye özgü endemik genlerdir. Bu durum kendine özgü coğrafyası, iklimi ve toprak yapısı ile Türkiye’yi dünyadaki en zengin biyolojik çeşitliliğe sahip ülkelerden biri yapmaktadır. Türkiye başta odunsu ve otsu bitki türleri olmak üzere özgün endemik türler, buğday ve arpa çeşitleri ile bazı meyve ve sebze türleri açısından oldukça zengindir. Bu nedenle, Türkiye’de uluslararası standartlarda gen bankalarının kurulmasının, koleksiyon bahçeleri oluşturulmasının ve toplanan endemik gen türlerinin organik tarıma kazandırılmasının, halk sağlığına ve gıda güvenliğine çok ciddi katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

Yararlanılan Kaynaklar

Çelik, S. (2013). Kimler, Neden Organik Gıda Satın Alıyor? Bir Alan Araştırması, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 30: 93-108; Demiryürek, K. (2011). Organik Tarım Kavramı ve Organik Tarımın Dünya ve Türkiye’deki Durumu, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 28(1): 27-36; Deviren, N. V. ve Çelik, N. (2017). Dünyada ve Türkiye’de Organik Tarımın Ekonomik Açıdan Değerlendirilmesi, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10(48): 669-678; Macar, T. K., Macar, O., Yalçın, E. ve Çavuşoğlu, K. (2017). Gen Teknolojisi ve Bitkilerde Genetik Transformasyon Yöntemleri, Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen ve Mühendislik Bilimleri Dergisi, 17: 377-392; Özyurt, M.S., Dayıoğlu, H. ve Solak, C.N. (2005). Gen Teknolojileri ve İnsan Hayatına Etkileri, Dumlupınar Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi, 8: 127-136.

Ayrıntılı bilgi için bakınız

Bulduk, S. (2013). Gıda Teknolojisi. Ankara: Detay Yayıncılık.