-
2021
Müslüman halkı diğer inanca mensup olan vatandaşlarından çok daha fazla olan her devlette olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de hac ibadeti özel bir anlam ve değere sahiptir. Ulaşım olanaklarının kısıtlı olması ve organize bir hac seyahatinin tüm ülkeyi kapsayacak şekilde yapılmasının imkansızlığı nedeniyle her sene hac farizasını yerine getiren insan sayısının değişken, kutsal yolculuğun ise uzun ve meşakkatli olmasına sebep oldu.
Osmanlı hanedanının hacca giden tek erkek üyesi, Şehzade Cem Sultan’dır. VI. Mehmed Vahdettin’in, tahttan indirildikten sonra yarım kalan hac seyahati sayılmazsa, hiçbir padişah hacca gitmedi. Aslında, Osmanlı Devleti’nden önceki ve çağdaşı Türk-İslam devletlerinin sultanları da hacca gitmedi. Bu durum büyük ölçüde uzun süreli hac yolculuğunun merkezde taht mücadelelerine yol açma ihtimaliyle ilgilidir.
Hiçbir Osmanlı Sultanı’nın idari görevi ve sorumlulukları gereği olarak hac farizasını yerine getirememesi Osmanlı hakanlarının bu ibadete değer vermediği anlamına gelmemektedir. Ülke topraklarının jeopolitik yeri ve önemi dolayısıyla İslam’ın gaza düşüncesinin bayraktarlığını yapan Türkler için Mekke ve Medine topraklarının ve hac farizası için oraya giden tüm Müslümanların korunması da mukaddes bir vazife olarak görüldü. 1517 senesinde Abbasi hanedanında olan Halifelik makamı Yavuz Sultan Selim’e geçti ve Sultan Hakim’ül-Haremeyn’iş-Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin Sahibi) ünvanı yerine Hadim’ül-Haremeyniş-Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin Hizmetkarı) ifadesini tercih ederek kullandı. Sultan Selim inancın en mukaddes yeri olan bu muteber beldelerin hizmetini görme şansını ve lütfunu bizzat Allah’tan aldığını beyan etmiş ve inancın sembolik en üst dünyevi makamında olması hasebiyle asırlarca sürecek özel bir itibarın Osmanlı Devleti’ne aktarımını sağladı.
Yavuz Sultan Selim’in halifeliğinden önce de Osmanlı ülkesinde her yıl hac farizası süreci bizzat Sultan’ın katıldığı özel bir merasimle başlatılıyordu. Receb ayının 12’sinde törenler ve dualarla İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye gitmek üzere tanzim edilen Surre Alayı (Surre-i Hümayun) Yıldırım Bayezid devri ve sonrasından 1915 yılına kadar kutsal topraklara gitmek üzere yola çıktı. Kafilede kutsal topraklara gönderilen devrin Osmanlı Sultanı’nın bir tutam saçı, para, altın, hediye ve yardımlar, gül suyu, tütsüler ve Haremeyn’de (Mekke-Medine) yaşayanlara gönderilen erzaklar bulunmaktadır.
Sürre para kesesi, para çıkını demektir. Hac döneminden önce genellikle Mekke ve Medine halkına dağıtılmak için yollanan para, altın ve diğer eşyaları ifade etmektedir. Bu geleneği ilk olarak Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh (908-932) başlattı. Abbasilerle başlayan bu geleneği Osmanlı padişahları da sürdürdü. Osmanlı padişahları içinde Mekke ve Medine’ye ilk defa surre gönderen I. Bayezid (Yıldırım) oldu. Yıldırım Bayezid surre olarak o zamanki devlet merkezi olan Edirne’den 80 bin altın gönderdi. Çoğu kez sürre ile bir arada anılan mahmil, Mekke-Medine’ye surre adıyla gönderilen para ve hediyelerin konulduğu, develere yüklenen bir çeşit vasıtaydı. Osmanlı padişahları, başlangıçta, her sene Recep ayının 12. günü, XIX. yüzyılın sonlarında ise Şaban ayının ortalarında İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye gönderilen sürre adı verilen paraların dağıtımı için sürre emini denilen kişiler görevlendirirdi. Mekke ve Medine’ye sürre gönderilmesi 1714 yılına kadar Mısır’dan, bu tarihten itibaren ise Enderun’da Haremeyn hazinesinden yapıldı. Sürreyi götüren heyete, sürre alayı, alaydaki Arap deve sürücülerineyse akkam denildi. Osmanlılar, Suriye ve Mısır’ı alıp Memluk Devleti’ne son verdikten sonra, Memlukler tarafından her yıl Hicaz’a gönderilen sürre vakıflarını ve surre göndermek usul ve geleneğini aynen kabul ederek uyguladılar ve hatta buna bazı ilaveler yaptılar. Sürre için Osmanlı Devleti zamanında Sadakat-ı Rumiye adı da kullanıldı. Sürre Alayı’nda devrin Osmanlı sultanının özel bir muhafaza içine konan saçları da Kâbe’ye ulaşıldığında görevliler tarafından insanlık tarihinin bu en eski mabedine yakın bir yerde toprağa gömüldü. Kutsal topraklara giden sürre alaylarına İstanbul’un çıkışına kadar Sultan bizzat eşlik etmesi aslında bu ibadete verilen değerin bir göstergesidir. Osmanlı Sultanı’nı temsilen Sürre Alayı’nın başında Sürre Emini bulunuyordu. Kafile 1706 senesine kadar Mısır’da hazırlanan ve hazırlanması Halife’nin geleneksel görevi olan Kâbe-i Muazzama örtüsünü de yerinden teslim alarak kutsal topraklara hac farizasının başlamasından hemen önce götürmekle de vazifelidir. Aynı kafile Hac ibadetinin tamamlanmasından sonra Kâbe-i Muazzama örtüsünü saklanmak üzere tekrar İstanbul’a getirmekteydi.
Osmanlı Devleti kutsal topraklardaki mekanların tamir ve bakımına da önem verdi. İhtiyaç halinde Sürre Alayı ile gönderilen meblağ dışında harcamalar da söz konusu oldu. Örneğin, Kâbe’nin çatısında bulunan Altın Oluk 1553 senesinde Kanuni Sultan Süleyman tarafından gümüş olukla değiştirildi, Sultan I. Ahmed ise tekrar altından bir oluk yolladı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yollar, Rumeli ve Anadolu’da birbirine paralel iki ağa sahipti ve bu ağlar üzerinde sağ, orta ve sol kol adı verilen güzergahlar söz konusuydu. Yolların buluşma noktası başkent İstanbul’du. Rumeli’deki güzergahların en işleği orta koldu Balkanlar üzerinde iktisadi, siyasi ve askeri egemenlik kurabilmek için bu yola hâkim olmak ve daima bunu açık tutmak gerekliydi. Anadolu sağ kolu, askeri ve ticari amaçlarla en sık kullanılan yol olup Anadolu’nun en işlek yol güzergâhı idi. Bu yol Balkanlar, İstanbul ve Anadolu’dan hac vazifesi için kutsal topraklara ulaşım yolu olarak da kullanıldığından bu yola Hac Yolu adı verilmişti.
Hacılar, Osmanlı başkenti İstanbul’dan hacca, kara veya denizyolu ile giderdi. İstanbul’dan hacca gidiş-dönüş yaklaşık dokuz ay sürerdi. Hacıların Hicaz’a karayoluyla ulaşımı büyük kervanlarla topluca sağlanırdı. Üsküdar’dan törenlerle uğurlanan hacılar yaklaşık iki ayda denizyoluyla Kahire veya kervan yolculuğuyla Şam’a ulaşırlardı. Bu iki şehir hacı adaylarının toplanma ve asıl yolculuğa hazırlanma noktalarıydı. Burada 40 bin -50 bin kişiden oluşan hac kervanları Emir-i Hac adı verilen görevlinin idaresinde ve askerî birliklerin koruması altında Haremeyn’e hareket ederdi. Kervanların yol boyunca güvenliğini sağlamak için askerî tedbirler yeterli olmadığından, bedevilere hac kervanlarına saldırmamaları için sürre adı verilen para dağıtılırdı. Yolculuğun sağlıklı sürmesi için çeşitli Arap kabilelerinden develer kiralanır veya satın alınırdı. III. Murad zamanında Şam kervanının deve ihtiyacını karşılamak için bir vakıf dahi kurulmuştu. Osmanlı İmparatorluğu hac organizasyonu için her yıl yaklaşık 400 bin altın para harcardı. Bu miktar imparatorluğun büyük bir savaşta harcadığı meblağın yarısından fazlaydı.
XIX. yüzyılın sonlarına kadar, bir senede ortalama 80 bin -100 bin kişi civarındaki insanın hac yolculuğuna katıldığı tahmin edilmektedir. Bu tarihten itibaren buharlı gemilerin kullanılması ve Süveyş Kanalı’nın devreye girmesi, böylece hac seyahatinin kısalması sebebiyle hacı sayısı arttı. Arafat’a çıkılan günün Cuma’ya denk geldiği haclara Hacc-ı Ekber denirdi ve bu yıllarda hacı sayısı çok daha fazla olurdu. Örneğin, hacı sayısında 1865’te 150 bin , 1893’te 300 bin gibi rakamlara ulaşılması bu senelerin Hacc-ı Ekber’e denk gelmesiydi.
İranlılar Basra üzerinden hacca giderlerdi. Osmanlılar güvenlik sebebiyle bu yolu kapattıklarında Şam, Kahire ve Yemen güzergahlarını kullanırlardı. İranlıların hac yolculuğu, diğer mezhep mensuplarından farklı bir yöne sahiptir. Onlar, dönüş yolunda Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in mezarlarını ziyaret ederek hacı olurlardı. Hindistan’dan gelen hacılar, o bölgelerde hâkim olan Portekizlilere para vererek yol izni alırlardı. Kuzey Afrikalı hacılar gemiyle Mısır’a gelip burada Kahire kervanına katılırlardı. Orta Asya’dan gelen hacılar Hazar Denizi kıyılarına gelip Astarhan’da mola verdikten sonra Kırım’a giderek, buradaki limanlardan İstanbul’a geçerlerdi. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra, Kızıldeniz’den Cidde’ye giden hacılar burada birkaç gün dinlendikten sonra kervanlarla Mekke’ye hareket ederlerdi.
Osmanlılar zamanında hac rehberleri de yayımlanmıştır. Bu tür kitaplardan hac yollarını anlatanlara menâzil, haccın yapılış şeklini içerenlere menâsik, her ikisini anlatanlara ise menâzil ve menâsik denmiştir.
XIX. yüzyılın sonunda ulaşım teknolojilerinde görülen gelişmeler sonrasında Halife Sultan II. Abdülhamid tarafından 1900-1908 yılları arasında Hamidiye-Hicaz Demiryolu Projesi yaptırıldı ve 96 istasyon içeren bu demiryolu ağının Mekke’ye kadar uzatılması arzulandı. Askeri, siyasi ve ekonomik beklentilerle beraber hacı adaylarının güvenli ve ucuz hac olanağına sahip olması da amaçlandı. Ancak Şerif Hüseyin ve onun yönettiği Bedevilerin tren hattı inşasında çalışanlara vahşi saldırıları, yüksek maliyetler, iklim şartlarının zorluğu gibi nedenlerle demiryolu Mekke’ye kadar ulaşamadı.
İslam halifesi olan Osmanlı sultanının vazifesi sadece kutsal topraklarda gereken tamirat ve tadilat işlerini yaptırmak için finansman yollamak ve örtü yaptırmakla sınırlı kalmadı. Dünyanın farklı coğrafyalarından çok sayıda insanın bir arada bulunması salgın hastalık ihtimalini arttırmaktadır. Hacı adaylarının sağlık sorunlarının çözülmesi ve muhtemel salgın hastalıkların önlenmesi için gereken tüm tedbirlerin ivedi olarak hayata geçirilmesi sağlandı. Hicaz Karantina Teşkilatı’nın 1865 senesinde kurulması Halife’nin Müslümanların sağlığına gösterdiği özenin ve insan kayıplarının önüne geçme arzusunun somut bir göstergesidir. Hasta olan hacı adaylarının tedavi ücretleri ve vefat durumunda ise defin masraflarını Osmanlı Devleti karşıladı.
Referanslar
Afyoncu, E. (2016). Sorularla Osmanlı (Dördüncü baskı). İstanbul: Yeditepe Yayınları; Ahmed Selahaddin Bey (2017). Kâbe Yollarında (İkinci baskı) (Haz. İsmail Kara ve Yusuf Çağlar). İstanbul: Dergâh Yayınları; Armağan, A. L. (2000). XVIII. Yüzyılda Hac Yolu Güzergahı ve Menziller (Menazilü’l Hac), Osmanlı Araştırmaları, XX: 73-118; Atalar, M. (2015). Osmanlı Devleti’nde Surre-i Hümayun ve Surre Alayları (Üçüncü baskı). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; Sarıyıldız, G. (1996). Hicaz Karantina Teşkilatı. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.