-
2024
En genel ifadeyle doğa, insan müdahalesi olmadan, insanın dışında var olmuş ve bu yolla varlığını sürdüren düzendir. Kültür ise insanın yapıp etmelerinin tamamı olmak suretiyle maddi ve manevi pek çok unsuru bünyesinde taşıyan bir sistemdir. Doğa, bilim kadar kültürün de kapsamındadır. Yüzyıllardan beri insanın doğa ile mücadelesi sanki bir zıtlık hâli ortaya çıkarıyormuşcasına öne sürüldüğünden yazımızın ana konusunu oluşturan “doğadaki insan” başlığı bir oksimoron olarak tezahür etse de temelde insanın doğa ile bütünleşme arzusunu, onu yenmekten öte onunla özdeşleşme, bütünleşme arzusunu ortaya koymaktadır. Bilhassa sanayileşme ile birlikte doğanın sömürülmesi ve doğal kaynakların gereksiz kullanımı artmış, sanayileşmenin gelişmesiyle insan, üretim ve yaşam açısından modernleşmiştir. İnsanlar, kültürel değerlerini doğaya ölçüsüzce zarar vererek arttırmış ve zamanla bu ekolojik bir kriz ortaya çıkarmıştır (Xiangping Li v.d. 22).
Doğada zerreden kürreye kadar her şeyin bir oluşma, işleme, olgunlaşma ve ölüm zamanı vardır. Bunlar zamanın geçiş noktalarıdır ve bunların her birinin kendine has bir akışla döngüsünü tamamladığı görülür. İşte, ilk insanlar da doğada yaşamlarını bu düzenle devam ettirmişler, hayatın geçiş evrelerine çeşitli pratik uygulamaları adapte etmişlerdir. Bunu hem eşik olarak kabul ettikleri zamanlarda ortaya çıkan mistik/spiritüel anlamda kötü ruhları ortamdan uzaklaştırmak, arınmak hem de doğanın ruhuna olan saygı ile bağlılıktan kaynağını alan animizme uyum sağlamak amacıyla gerçekleştirmişlerdir. Eski çağlarda yaşayan ilkel (primitive) insanlar doğayla doğrudan iletişim hâlinde oldukları için doğaya bağlı ve aynı zamanda bağımlı konumdaydılar. Yani doğa, kültüre hükmetmekteydi. İlkel insanlar, analitik düşünme yeteneğinden yoksun, neden-sonuç ilişkisi kuramayan ve yaşamlarını idame ettirmek için doğaya muhtaç durumda idiler. Bu algı, ancak XIX. yüzyılın sonralarında modernizmin ve kapitalizmin (hızlı tüketim) etkisiyle yerellikten uzak şehirleşmenin başlamasıyla dönüşmeye başlamıştır. Bununla birlikte durum tersine dönüp insanın doğa üzerinde hâkimiyet kurması yönünde evrilmiştir. Öncesinde doğaya bağlı insanın içgüdüsel anlamda daha gelişmiş bir yaşamı söz konusuyken insanın doğadan yavaş yavaş uzaklaşıp ihtiyacını tamamen modernizmin getirdiği kapital alışkanlıklarla karşılamasıyla birlikte doğadan büsbütün uzaklaşmıştır. Doğa günümüze değin insanlara uyum sağlamaya çalışmış ancak artık taşıyamadığını birçok küresel sorunla göstermeye başlamıştır. Bu nedenle artık genelde toplumlar, özelde bireyler doğayla uyumlu yaşam biçimleri geliştirmeye başlamış ve buna yönelik fikir ve tedbirleri hayata geçirmişlerdir. “Doğadaki İnsan” işte, bu fikir ve tedbirlerin kaynağı, atalarımızın binlerce yıllık bilgi, tecrübe ve uygulamalarının sunulduğu özümüzü fark ettiren bir TRT programıdır.
“Doğadaki İnsan” programı, modern şehir yaşamında kaybettiğimiz, genlerimize işlenen pek çok bilgi ve duyguyu yeniden hatırlatan bir TV programıdır. Doğaya Dönüş isimli bir kitabı da olan 1969 doğumlu sporcu ve eğitmen Serdar Kılıç’ın sunduğu, Devrim Karabatak'ın yönettiği, görüntü yönetmenliğini Murathan Varol'un üstlendiği program, belgesel niteliğinde olup toplam 270 bölüm çekilmiştir. Programın temel hedefi, sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir yaşantı sürebilmemiz için doğayla yeniden kucaklaşmamız gerektiğini anlatıyor. Ömrünün üçte birini doğaya adayan Serdar Kılıç, programında, Bolu’da dağ evinden yola çıkarak Anadolu’ya doğru yol alıyor. Doğadaki insanı arıyor, geçmişimizin izlerini sürüyor, halen doğada yaşayan insanın mücadelesini anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Onun izini sürdüğü sadece el becerisi, metalar, insan gücü ve üretim değil. Onun aradığı, binlerce yıllık geçmişimiz, kültürümüz ve bu kadim kültür ile içimize işleyen duygular, gelenekler, öğretiler, hürmet, sevgi, saygı, vicdan ile birlikte yaratılan eşsiz manzarasıyla muazzam bir Anadolu öyküsüdür.
Doğada vakit geçirmenin insana sağlayacağı psikolojik, biyolojik, kültürel, manevi katkıları gözler önüne seren programın sunucusu, S. Kılıç, ‘’Uzun yaşamak istiyorum çünkü o kadar güzel bir yaşam var ki etrafımızda‘’ diyor. Uzun bir yaşam sürecinin içindeki parçaları birleştirmeye çalışıyor. Bunun bir sistem olduğunu ve sistemin her organının, kurumunun birbirine bağlı olduğunu ifade ediyor. Tüm insanların doğayla iç içe olmasını, doğayı incelemesini, üretmesini, farkındalığını geliştirmesini arzuluyor. Misalen ruhu olan bu program sayesinde izleyici, dağda bayırda mahsur kalması hâlinde hedik yapıp karda yürümeyi deneyimliyor, fındık dallarından sepet yapmayı öğrenebiliyor, doğa ananın bize sunduğu kısıtlı malzemeyle enfes yemekler yapabilmeyi, teknolojiyi kullanmadan alet yapabilmeyi, doğanın yegane unsurlarından olan bitkileri görüp tanımayı vb. keşfediyor. Tüm bu işlevler vasıtasıyla insanı hem doğayla baş başa kalması durumunda nasıl mücadele edeceğinden hem de doğaya tutkun bir şekilde onu içselleştirerek yaşamanın yollarına kadar pek çok faydalı içerik sunuluyor. “Yol kenarlarında kimilerince dikilen fidanları görüyoruz. Ne çeşmeler gördük, ne aşılanmış ağaçlar gördük; hiçbirinin üzerinde isim yazmıyor, kimin yaptığı yazmıyor. Biz bunun gibi şeylerle beslenmeliyiz ve hayatımızı devam ettirmeliyiz. İsmini bilmediğimiz, duymadığımız, dokunmadığımız, tatmadığımız herhangi bir şeyi koruyamayız’’ demiştir. O yüzden çocuklardan başlamak suretiyle doğa aşkının aşılanmasını ister. Onların doğayla bağ kurmaları, onu sevmeleri gerektiğini söyler ve ekler ‘’Çünkü yaşayacağımız başka bir gezegen yok’’. Bu mottonun önemi üzerinde dikkatle ve özenle durarak insanın yaşamını ancak doğa ile birlikte güzelleştirip anlamlandıracağının farkındadır.
Genellikle insanlar kültürlerini yaratılış nesnesi olan suyun etrafında geliştirirler. Yaratılışın özü olan su, doğadaki her nesnede farklı miktarlarda da olsa bulunmaktadır. Hem boğan hem yaratan suyun şekillendiriciliği tabiattaki her unsurun birbiriyle bağlantılı olmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla bu program, insan ve doğa arasındaki patolojik olguyu, kopan bağı yeniden inşa etmeye çalışıyor. S. Kılıç, denizler yerine dağlara gitmeyi öneriyor. Çünkü deniz, adamı tembelleştiriyor; çünkü sıcak havanın olduğu yerde insanlar denize girmeyi tercih ediyor, o da insanların hareketini ağırlaştırıyor. Fakat dağ, insanı çalıştırıyor; daha çok terbiye ediyor diyerek dağlarda sağlık bulmak, hareket etmek maksatlı hobiler bulunmasını tavsiye ediyor. Bütün bölümlerinde aynı bakış açısını sürdüren S. Kılıç, bunu gerçekçi bir üslupla ifade etmekte ve sunmaktadır.
Bir bölümü örnek niteliğinde betimleyecek olursak, programın 196. bölümünde Hatay yöresinde ipek böceği üretimi ve ipek yapımı, buğday sapından üretilen günlük eşyalar ve bölgeye özgü mozaik yapımını görüyoruz. S. Kılıç, Niyazi Bey ve Fatma Hanım isimli yaşlı kimselerin yanına gidiyor ve orada sofralarımıza ekmek, makarna, nişasta olarak gelen buğdayın çok farklı biçimde değerlendirildiğini gözler önüne seriyor. Burada, doğanın insanı yaratıcı düşünmeye teşvik etmesi, bu meyanda insanı üretken hâle getirmek için güdülemesi dikkate değerdir. Buğday taneleri sofralarımıza ekmek olup binlerce kuşa, hayvana yem oluyorken; aynı zamanda Niyazi Bey’in elinde el emeği, biricik bir sanat eseri hâline gelerek işlevsellik kazanıyor. Bunu görebilmek, farkına varmak sadece doğaya yönelmiş, doğadaki insanın dikkatini celp edebilir. Dolayısıyla doğayla içli dışlı olmak, ondan ilham almak, yaratıcılığın kaynağını orada aramak ve bulmak, çocukluktan itibaren doğayla özdeş bir eğitim vererek insanları bilinçlendirmek oldukça değerlidir. Ancak böyle yapılırsa bu zamana kadar kaybettiğimiz, doğadan aldığımız tüm güzellikleri bize geri kazandırabilecektir. Temelde bu program sayesinde değerleri kaybolmaya yüz tutmuş insanın kendini arayış yolculuğunda, evrendeki yerini sorgulaması hem gücünün hem de güçsüzlüğünün, daha doğrusu insan olduğunun farkına varması sonucuna varılabilir.
Referanslar
www.trthaber.com